Soru&Cevap | Ilgaz Çınar ile Avrupa futbolunu konuştuk

Futbol... Türkiye'de en çok ilgi gösterilen ve takipçisi olan spor dalı. Tabi sadece ülkemizde değil tüm Dünya genelinde de geçerli bu durum. Hakkında saatlerce televizyon programları yapılan, binlerce hatta milyonlarca kişinin takip ettiği bu sporu peki nasıl yönetiyoruz ya da yönetebiliyor muyuz? 

Avrupa kulüplerine göre ne gibi farklılıklarımız var, onlar neleri bize göre doğru yapıyor? Daha da mühimi biz futbolu mu seviyoruz yoksa tuttuğumuz takımları mı... Tüm bu konuları yıllardır futbolu takip eden, Lig Radyo yorumcusu ve aynı zamanda Galatasaray Spor Kulübü üyesi olan Ilgaz Çınar ile konuştuk. Keyifli okumalar...  

** Yurtdışını yakından takip eden birisin. Sade bir futbolseverin de ötesindesin hatta. Türkiye ile kıyasladığında organizasyon açısından ne gibi farklılıklar var yurt dışında.
Organizasyon olarak bakıldığında her açıdan fark var. 5 büyük lig olarak adlandırdığımız liglerde iş tamamen profesyonellerle yürüyor. Yani burada olduğu gibi başkanlar Brezilya seferine çıkmıyor veya gidip adı geçen futbolcuyu 4-5 kez izlemiyorlar. 

Misal Everton 2016/17 sezonu için Koeman ile anlaştığında yaşanan konuşma tüm kulüplerimizin kulağına küpe olmalı. Everton başkanı (profesyoneli çünkü Everton sahipli) Koeman’a “hangi transferleri istersin?”  sorusunu yönelttiğinde "Öncelikli ihtiyaç transfer değil, bir futbol direktörü lazım" cevabını alıyor. "Zaten biz de günümüz futboluna ayak uyduramadığımızın farkındaydık, yeni gözlere ve fikirlere ihtiyacımız vardı" diyen Everton başkanı önce Ajax direktörü Overmars’a, sonra Monchi’ye teklif götürüp ret cevabı aldıktan sonra işin başına Leicester City oyuncu izleme departmanı şefini getiriyor. Bu diyaloğun Türkiye’de yaşandığını düşünsenize! Teknik direktör "futbol aklına ihtiyacım var" dese başkan veya yönetici o gün sözleşmeyi fesheder. 

** Futbol aklı olarak Türkiye yatırdığı paraya kıyasla baya amatör diyebiliriz. Futbol, futbolu bilen kişiler yerine iş adamları ile yönetiliyor. Spor kulüplerinin dernek statüsünde olması da yıllardır konuşulan bir sorun, bu durumu kısa vadede değiştirebilme şansımız var mı sence? 
Dernekler kanununa göre yönetilen kulüpler için muhakkak bir yasa tasarısı lazım. Bu tasarının olmazsa olmaz maddesinin ise "başkan ve yönetici giderken kulübü ne kadar borçlandırmış ise, o borcu ödeyerek gitmesi gerekmektedir" olması lazım. 

Şu an bizde durum tam tersi; kulüpler eski başkan ve yöneticilere borçlu! Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Hem kulübü zarara uğratacak transfer yap, bilançoyu zedele, hem de bu zarardan sebep kasaya nakit girişi yapıp sonra kulübü kendine borçlandır. Esasında uzun ama uzun yıllardır, taraftara şirin gözüken futbol şubesi sorumlusu tiplemesinin popüler olduğundan beri hemen hemen bütün kulüpler "Çarıklı Milyoner" hatta "40 keçili toprak ağası" modeli ile yönetilmekte. Çoğunluk bu modeli o dönem hissetmediği için alkışlasa da, kulüplerin batışının başlangıcı seksenler sonu, doksanlar başıdır. 

Başkan seçilen kişi geliyor ve görüyor ki bu iş popüler, taraftar transfer dönemi seni omuzlarda taşıyor "ne gerek var ben yaparım ben kral olurum" diyor ve çöküş süreci devam ediyor. Almanya’da hemen her kulüp yönetiminde ve profesyonel futbol yapılanmasında eski futbolcu görebilirsiniz. Ama onlar buradaki "futbolu futbolun içinden gelenler yönetsin" sığlığında değiller, Tabi ki kendilerini geliştiriyor, uluslararası alanda ilişkilerini sağlamlaştırabilmek adına yeniliklere ayak uydurabiliyorlar. Burada "futbolu futboldan gelenler yönetsin" diyen eski futbolcu ise ağır çekim gösterilen bir pozisyonu yorumlarken "Sivok havada 9 saniye kaldı" diyebiliyor. Onlar yönetmesin mümkünse. 

Lig Radyoda Cüneyt Kaşeler ile konuşurken daha radikal bir çözüm önerdik aslında; Futbol Federasyonunu da yabancılar, hatta mümkünse Fifa veya Uefa’dan gelecek kayyum yönetsin. Belki o zaman işler normal akışına girer, mali açıdan lisans almaması gereken kulüpler ciddi yaptırımlarla baş başa kalır. 

** Türkiye'de yönetimlerin "Porto modeli gibi olacağız" şeklinde söylemleri son dönemde oldukça popüler, özellikle büyük takımlarımızda. Sence yetiştirirken başarıyı yakalayabilir miyiz?
Umarım Porto modelini benimsemezler zira Porto genel kanının aksine "bire alıp yirmiye satan" model değil. Hatta yapıları oldukça farklı. Bu ülkede futbolun matematiğini en iyi bilenlerden birisi olan İsmail Şayan kendi twitter hesabında defalarca bunu yazdı zaten. Porto aldığı her oyuncunun %100 sahibi değil. Misal şu an Beşiktaş’ta oynayan Aboubakar’ın bonservisinin bir kısmına Porto, çoğunluğuna ise bir fon şirketi sahip. Porto oyuncuları belirli bir model içinde yetiştirip/geliştirip satarken, satıştan gelen paranın hepsine sahip değil. 

Geçen yıl ödenen ve kasaya giren bonservisler üzerinden “transfermarkt” sitesini kaynak alarak bir incelemede bulunmuştum. Yaklaşık söylüyorum, Porto’nun kasasına oyuncu satışından  680 milyon girmiş ise, çıkan bedel de 375 civarı idi ve bu periyotta (10 yıllık bir süreç) Porto alt yapısından sadece 6 oyuncu çıkartmıştı. Porto daha çok alıp/parlatan bir model ve bence fon şirketlerinden sebep asla örmek alınmaması gerekmekte (bakınız Yıldırım Demirören- Jorge Mendes ve niçin alındığını bilmediğimiz gibi, şu an nerede oynadığından da haberimizin olmadı Julio Requfe Alves örneği). Portekiz’den örnek alınacak ise Benfica alt yapı modeli örnek alınabilir. 

Bizim esas yapmamız gereken iş, ivedilikle Hollanda-Belçika-Fransa liglerinin kulüp ve futbola bakış modellerini incelemek olmalı. Örneği sadece Ajax üzerinden vermeyeceğim. Misal Genk; N’Didi’yi 180 bin € bedelle aldı, 18 milyon bedelle Leicester City’ye sattı. Oyuncuyu satarken de hemen gidip Norveç’ten 18 yaşındaki orta saha oyuncusu Sander Berge’yi kadrosuna kattı. Slovakya’da Trencin kulübü Ajax ile “Erasmus” modeli alt yapı anlaşması yaparken, hemen her sene Belçika’ya oyuncu satabiliyor, ki Trabzonspor da Bero’yu buradan aldı, yani bir plan doğrultusunda gidiyor.  

Paris Saint Germain meşhur alım gücüne rağmen, Fransa’nın en önemli alt yapı kültürü olan Lens’ten Mark Westerloppe’u scout ekibinin başına getirdi ve 48 kişilik bir ekip kurdu. Westerloppe "İlk amaçlarının Paris ve civarında esasında gözlerinin önünde olan Pogba ve Kingsley Coman gibi oyuncuları ellerinden kaçırmamak" olduğunu ifade etti. Monaco’yu baştan yaratan Luis Campos aklı, Monaco’yu yetiştirirken yarıştırıcı hale getirdi. Anderlecht kulübünü de örnek model olarak alabiliriz. Yeter ki Çarıklı Milyoner kafasından kurtulalım.

** Avrupa'daki kulüpler bütçe anlamında bizim kat be kat önümüzde. Avrupa'da basari kovalayan kulüplerimiz, gelir anlamında daha aşağıdayken nasıl yarışmacı kalabilir?
Yarışmacı kalmak ne demek? Bu sorunun cevabı bana göre Arsenal, yani bir kültür oluşturmak. Tamam ilk defa bu sene Şampiyonlar Ligine kalamadılar ama kurulduğundan beri bu platformda yer aldılar. Kazandılar mı? Hayır, ama hep gruptan çıkan taraf oldular. Arsenal’i en belirgin örnek diye veriyorum. Yarışmacı olmak budur. Arsene Wenger yıllar önce "Bizim talip olduğumuz oyuncuya United-City-Liverpool-Chelsea talip olur ise, oyuncu bizi seçmez" demişti. Bizim de kulüplerimizin hali bu.

Öncelikle kendimize bir transfer bölgesi/piyasası yaratıp, oradaki yetenekli oyuncuları bizi seçme konusunda ikna edip, sonra yarışmacı olmalıyız. Kupa almak zor mu? Şampiyonlar Ligi platformunda şimdilik imkansız ama Avrupa Ligi platformunda ikinci bir kupa doğru yapılanma ile çok da uzakta değil. 

** Transfer konusuna gelirsek, bizde işler hep yönetimin yakın olduğu menajerler vasıtasıyla yürüyor, yurt dışında kulüpler daha sistemli ve programlı mı yoksa kervan her yerde aynı yürüyor bu konuda...
Yurt dışında da menajer odaklı kulüpler var ama onlar da tamamen bağlı değiller, en azından bize nazaran doğru oyuncu izlemeyi yapabiliyorlar. Alım gücü çok yüksek kulüpleri bir kenara bırakır isek, çoğu kulübün transfer ve futbol aklı doğrultusunda doğruyu yaptığını söyleyebiliriz. Esasında souları o kadar güzel hazırlamışsınız ki, önceki veya sonraki cevaplarda, başka soruların da cevabını bulabiliyorsunuz.

** Türkiye'yi hep futbolsever bir ülke olarak tanıtırız ama dört sene önce burada düzenlenen U-20 Dünya Kupası'nda tribünlerin hali ortadaydı. Bizde yönetimin ötesinde taraftar sorunu da var mı?
Biz futbolu değil, tuttuğumuz takımı seviyoruz. U20 dünya Kupası sadece taraftar değil, basın tribünü olarak bakıldığında da skandaldı. İstanbul’da biz (ben radyo, eurosport, four four two ve şu an adını hatırlayamadığım birkaç kişi haricinde) ana akım medyadan Emrah Kayalıoğlu, Levent Tüzemen ve Fatih Kuşçu haricinde benim görebildiğim kimseler yoktu final maçına kadar. Futbolun romantikliğinden bahsedip, manşetlik cümleler kuran hiçbir tv ya da eski blog yıldızları tribünde yoktu. 

Hiç yorum yok

Okumuş olduğunuz başlık hakkındaki yorumunuzu bırakmak için lütfen aşağıda bulunan alana görüşlerinizi belirtiniz. Unutmayınız ki; yorumlarınız blog ekibinin onayı doğrultusunda görüntülenecektir. Hakaret ve küfür içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Blogger tarafından desteklenmektedir.